Kapat
  • Çalışma Saatleri (08:00-18:00)

    Pazar Kapalı
  • Mail

    bilgi@ademkarafilik.com
  • Telefon

    0312 231 84 70

Azar Azar Azaldık

Azar Azar Azaldık

Azar Azar Azaldık

Değiştik ve dönüştük. Dilimize, kültürümüze yabancı olduk.

İnancımızla çatıştık, geçmişimize sataştık.

Değerlerimizi, kültürümüzü, bilgi ve inanç birikimimizi bir kenara atıp,

her şeyi şablonlar geçirilmiş mantık ölçüsünde değerlendirmeye,

yargılamaya ve sonuçlara ulaşmaya çalıştık.

Unuttuk kimliklerimizi, milli ve manevî değerlerimizi.

Yavaş yavaş ritmimizi yavaşlattık.Azar azar azaldık.

Yavaş yavaş ölürler

Seyahat etmeyenler,

Yavaş yavaş ölürler okumayanlar,

Müzik dinlemeyenler,

Vicdanlarında hoş görmeyi barındırmayanlar.

...

Diye başlıyor; Pablo Neruda, “Yavaş Yavaş Ölürler” şiirine.

Genç avukat “İpek Ertürk” intiharından önce arabasına bıraktığı notta şunları yazmıştı, "Yavaş yavaş delirdim, kimse bunu fark etmedi.”

Yaşanan tüm coğrafyalarda, özellikle de bizim coğrafyalarımızda bir şeyler oluyor. Tüm insanlık, yavaş yavaş, yavanlaşarak, yozlaşarak, inançsızlaştırılarak ve değersizleştirerek, evrilerek değiştiriliyor.Faryâdı figân bir şeyler oluyor ama sağırlaştırılmış kulaklarımız, filtreler konulmuş gözlerimizle neler olduğunu duyamıyoruz, göremiyoruz. Uyuşturulmuş beyinler, dayatılan sanal mutluluklarla yokoluşa doğru sürükleniyoruz. Birileri biliyor ama değiştirilen, evrilenler neler olduğunu bilmiyor.

Evlad babaya değil,

Baba evlada hizmet eder oldu.

Bize bir nazar oldu,

Cumamız pazar oldu.

Bize ne oldu ise,

Hep azar azar oldu.

Dizeleri ile ne de güzel özetlemiş Arif Nihat ASYA

Komşu komşuya, kardeş kardeşe, insanlar diğer insanlara, toplumlar toplumlara, milletler milletlere, devletler devletlere düşman oldu. Nasıl olduğu bilinmeden, hepsi de yavaş yavaş oldu.

Bencillik, megalomanlık, egoizm, narsistlik, kişisellik, bireysellik vb. kavramlar özgünlük adına kişiliğimizi bozguna uğrattı. Siz buna layıksınız benzeri sloganlarla, güya refahımız, mutlu olmamız rahat etmemiz için en güzel ortamlar en süslü yollarla sunularak gözlerimiz boyandı. Kendini beğenme hastalığına yakalanan kişiler tıpkı Narkisos gibi kendine hayran olma, kendine tapınma, kendinden başkasını görmeyerek, gerektiğinde diğerlerine zulmederek daima kendini ön plana çıkararak, tedevisi mümkün olmayan narsizm vb. hastalıklara yakalandılar.

Mehmet Akif Ersoy’un, Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? İsimli şiirinin ilk dizeleri durumu çok güzel açıklıyor.

Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!

'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!

Günümüzde yaşananlaruğursuzluk mudur? Bilmiyorum. Ama bilinen bir gerçek ki, karmaşalar, belalar ve sıkıntılar yavaş yavaş zerk edilerek kişiliğimiz esir alındı. Değişime direnç gösterme durumlarında, en acımasız şekilde değiştirildi/k.

Televizyonlarda toz pembe hayallerle süslü sanal mutluluklar hazırlanarak, Hollywood senaryolu pembe dizilerle dayatılan sanal mutluluklar sunuldu. Tıpkı haşlanmak için suya atılan kurbağalar gibi, yavaş yavaş ısıtıldık, ısınan suyumuz ruhuhumuzu bedenimizi gevşetti, tatlı bir rehavete kapıldık, direncimiz tamamen yok oldu, suyun sıcaklığı arttıkça direnç mekanizmamız tamamen yok oldu ve farkında olmadan haşlanarak yok olduk.

Tüm sorunların iki ana kaynağı olan korku ve güvensizliği hayatımızın her alanına yerleştirerek. İstesek de istemesek de değiştik/değiştirildik. Değişime direnç gösteremeden, her şeyimizle bambaşka bir yapının sadece kullanılan geçici etkisiz birer elemanı olduk.

Mehmet Akif’in şiirinin bir bölümünde söylediği gibi;

Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;

Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık

Değiştirilmeye karşı direnç göstermeyi bırak, mücadele etmeyi akıl bile edemedik. Kendimizce değiştik ve geliştik. Çoğumuz da geliştiğimizi zannederken, başka yapıların birer tuğlası olarak değiştirildik.

Önce yavaş yavaş, sonra engellenemez bir ivme ile fıtratta var olan, insanî duygularımızı, sevgi, saygı, umut, üzüntü, merhamet, vicdan, iman, inanç vb. duygularımızyok olmaya başladı. Olaylara, değişimlere ve sonuçlara tarihsel süzgeçle baktığımızda bu değişimlerin ayan beyan ortada olduğunu görüyoruz. Ama... yalnızca ama.

Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,

Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!

En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından

Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!

İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok...

Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok!

Mehmet Akif Ersoy

Üretmeden tüketmenin çılgınlığına, kazanmadan bitirmenin, biriktirmeden harcamanın rehavetine çabucak kapıldık.

Kredi kartlarının, geleceği ipotek altına alan taksitlerin, her alanda dayatılan kredilerin yok eden tuzağına düştük. Bir yerlerde, birileri tarafından hükmümüz verildi. Mahkum edildik. Ama yavaş yavaş teslim alındık.

Bin bir türlü, yol yöntem ve stratejinin etkisiyle, markaların meraklısı, biçilmiş kıyafetlerin aksesuarıydık artık. Otomobil modellerinin sarhoşu, teknolojinin ve cep telefonlarının kölesi olduk. Onlarsız yaşayamaz hale geldik. Bu da yetmiyormuş gibi, yeni yeni çağdaş putlar oluşturduk.

Alınan maaşların tamamını, maddi imkanların kat kat fazlasını, daha kazanmadığımız paralarımızı dahi teknolojik aletlere ve çoğunu da kullanmadığımız eşyalara harcar olduk.

Toplumsal mutlulukları çoğaltmak yerine, pragmatist, ferdiyetçi, kişisel menfaatleri düşünmeye, tek taraflı biriktirmeye başlar olduk. Tek taraflı, bencilce takınılan tavırlar ve bu duygularla harekete geçen menfaatperest davranışlarla anlamımızı yitirmeye başladık.

SAVRULDUK - SAVRULUYORUZ

Bu tek taraflı ve düşüncesiz eylemlerden sonra, kaçınılmaz sonuç; anlamın kayıp olması, kaygılar, kokuşma, sefalet ve felakettir. Bizler de, taktığımız veya takılan at gözlükleri ve medya oyunları ile kontrolsüz şekilde felaketler uçurumuna doğru sürükleniyoruz. Toplumun her katmanında, olaylara duyarsızlaşma, ötekileştirme, dışlama, kendi gibi düşünmeyeni küçük ve değersiz görme hastalığı kronikleşmeye başladı.

Yavaş yavaş değiştik ve dönüştük.

Aslında her şey gözümüzün önünde olup bitiyor. Hem de çığlık çığlığa.

Bazı feryatları duymayız ama hissederiz, bakarız ama gör/e/meyiz. Acıyor, içimiz parçalanıyor ama acı eşiğimizi aştığı için, acının şiddetini, bizde oluşturduğu yıkımları fark edemiyoruz. Yıkımların etkisi yaşamın her alanında engellenemez bir ivme ile devam ediyor. Binlerce yıllık birikim, kültür ve kültürel miras göz önünde yok oluyor. Dil yapısı, gelenekler, inançlar, değerler ve kültürel dokuyu oluşturan her türlü unsur eri/til/y/ip yok oluyor.

Şiirine devam ediyor P. Neruda

...

Yavaş yavaş ölürler,

İzzetinefislerini yıkanlar

Hiçbir zaman yardım istemeyenler.

Yavaş yavaş ölürler

Alışkanlıklara esir olanlar,

her gün aynı yolları yürüyenler,

Ufuklarını genişletmeyen ve

değiştirmeyenler,

Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen,

veya bir yabancı ile konuşmayanlar.

...

Yavaş yavaş ve azar azar dönüşüyoruz, hızla değişiyoruz. Popülist kültürün de etkisiyle, geldiğimiz/getirildiğimiz yeri sorgulayamaz olduk. İçinde bulunduğumuz durumu göremez ve değerlendiremez duruma geldik.

Dünyada zulümler, katliamlar, soykırımlar olurken belli mecraların yönlendirmeleriyle boyandı gözlerimiz. Biz ve bize ait olan her ne varsa yok edilirken, alkış tutmuşuz ve fark edememişiz.

...

cenini zorla alınan kadın

sen orada kan koklarken

alınan her çaresiz nefeste

anlamını yitiriyor mekân

dört bir yanımız sis

acılar yapay kuş sesine tutulmuş

at gözlükleri ile biz

el aman

bizler de

içte

kırım

kırım

kırılıyoruz

Adem Karafilik,“Buz ve Lodos”kitabından

Değiştik ve dönüştük. Dilimize, kültürümüze yabancı olduk. İnancımızla çatıştık, geçmişimize sataştık. Değerlerimizi, kültürümüzü, bilgi ve inanç birikimimizi bir kenara atıp, her şeyi şablonlar geçirilmiş mantık ölçüsünde değerlendirmeye, yargılamaya ve sonuçlara ulaşmaya çalıştık. Unuttuk kimliklerimizi, milli ve manevî değerlerimizi. Yavaş yavaş ritmimizi yavaşlattık. Sonunda tükettik, elimizde avucumuzda, ruhumuzda ve zihnimizde ne varsa. Sonra mı? Bilmediğimiz bir ritmin içinde dans ederken değil, tepinirken bulduk benliği kaybolmuş bedenimizi.

Azar azar azaldık.

Azar azar yok olduk

KENDİ RİTMİMİZ VARDI

Âdap vardı, destur denilir ve edebe uyulurdu. Kol kırılır yen içinde kalırdı. Kem söz sahibine aittir der susulur. Her insanın ve ailenin mahremiyeti vardı. Kişilerin sınırları ve değeri vardı. Ailelerin sırları ve mahrem olan ulu orta söylenmez bir şekilde çözümler üretilirdi. Cenaze olunca evlerde yedi gün yemek pişmez. Radyo ve televizyon açılmaz, hatta komşunun evinden bile kahkahalar duyulmazdı. Komşuda pişen yemeğin kokusundan kul hakkı olur denirdi. Başkasının yenisine sevinilir, işlerine imeceyle destek olunurdu. Kaneviçe işlenir, iğne oyaları yapılırdı. Pantolonlarımız yamalı idi, ama her zaman temiz ve bu durumdan utanılmazdı. Yoksul veya alamayanlar alay konusu olmazdı. Yemekte konuşulmaz, başkasının tabağına göz dikilmezdi. Ekmek bölüşülür, yemek pişirilirken kokusu komşuya gider de kul hakkı geçer diye dikkat edilirdi. Selamsız iletişime geçilmez, destursuz meclise girilmezdi.

Ailede verilmesi gereken; sevgi, saygı, iyilik, sorumluluk, adalet, yardımseverlik, doğruluk, dürüstlük, güven, hoşgörü... vb. her insanda olması gereken insanî, toplumsal hasletler okullarda değerler eğitimi adı altında miş mış gibi masal gibi anlatılmazdı.

P. Neruda şiirine devam ediyor

...

Yavaş yavaş ölürler

İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar,

tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı

görmek istemekten kaçınanlar

yavaş yavaş ölürler.

Sevdanın değeri vardı. Sevene saygıyla karşılık verilirdi. Aşkla cinsellik karıştırılmaz, seviyorum denilince akan sular durulurdu. Söz ağızdan çıtıysa bir kere, ne yapıp edilip gereği yapılırdı. Mesellerimiz vardı, yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olaylarla anlatılırdı, içinde kulaklarımıza küpe olacak mesajlar verilerek.Şarkıların ve türkülerin ruhumuzu besleyen ritmi vardı.

Yavaş yavaş ölürler

Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler,

Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,

Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin

dışına çıkmamış olanlar.

Yavaş yavaş ölürler.

Pablo Neruda

Yavaş yavaş ölüyoruz, içimize yerleştirilen kin, nefret, intikam duygularıyla. İhtirasın, bencilliğin, hasetin, kibrin anaforunda savruluyoruz. Bencilce, maddeye endeksli kıskanç duyguların etkisinde günümü gün etmeliyim düşüncesiyle. Dünya bir gündür o da bu gündür. Bir daha mı geleceğim dünyaya. Toprak olup gideceğiz nasıl olsa... söylemleriyle. Savruluyoruz bir yerlere, bilinçsiz bir sarhoşlukla.

Kimliğimizi ve kişiliğimizi oluşturan değerleri de saçıp savurarak.

saygıyı ve sevgiyi kaybettik.

Sevmeyi ve sevilmeyi.

binaları kurduk,içinde insanı kaybettik.

Hükümet kurarken, hikmeti kaybettik.

Makamı kazandık, mevkiyi kaybettik.

Maddeyi kazanırken, manayı kaybettik.

Keyfiyetle uğraşırken, kemiyeti kaybettik.

Detayla boğuşurken, asliyeti kaybettik.

Şekille uğraşırken, şükrü kaybettik.

Camileri yaptık, cemaati kaybettik.

Yollar yaptık, hedefi kaybettik.

Amaçlarla boğuşurken, birilerinin amacının aracı olduk.

Örtüyü kazandık, edebi kaybettik.

Kazandıkça kazandık, kanaati kaybettik.

Binalara sıkıştık, hayallerimizi kaybettik.

Büyük hayallerimiz vardı, yerini sanal mutluluklar aldı

Hukuk denildikçe, guguk anladık.

Adaleti, vefayı, sevdayı kaybettik.

Marketleri kurduk, tartıyı kaybettik.

Kişisel gelişelim derken kişiliği kaybettik.

Eşyalar uğruna, insanı kaybettik.

Rotayı, hizayı, rızayı kaybettik.

Batılılaşalım derken, ahlakî değerleri kaybettik.

Kaybettiğimizi anlayacak idraki de kaybettik.

Savruluyoruz, nereye savrulduğumuzun farkında bile olmadan.

Savruluyoruz.

SAVRULURKEN UYANMAK

Savrulurken de uyanmak mümkün müdür?

Tam yeri gelmişken Halil Cibran’ın Ermiş kitabında yer alan “Çalışmak Üzerine” isimli yazısından bir bölümü paylaşmak istiyorum.

"Sizlere hayatın kapkara olduğu da söylenmiştir. Ve sizler de gerçekte zayıf kimselerce söylenmiş olan bu sözleri kendi zayıflığınız içinde dilinize dolayıp, yinelemektesiniz.

Ben size diyorum ki, hayat, ancak hızlı gelişiminden yavaşlatılmaya kalkışıldığında kapkara olur.

Ve bu hızlı gelişim bilgiden yoksunsa kör olur,

Ve her bilgi, içinde eylem yoksa boşunadır,

Ve her eylem içinde sevgi yoksa boştur.

Sevgiyle dolu olarak çalışmak nedir, bir de bu var?

Dokuduğunuz kumaşı, sanki yalnız en sevdiğiniz kimse giyecekmişçesine yüreğinizden çektiğiniz iplikle dokuyabilmek,

Kurduğunuz yapıya, sanki içinde yalnız en sevdiğiniz oturacakmışçasına özenle ve sevgiyle kurabilmek.”

Halil Cibran

Kendi ritmimizi oluşturmak. Sevgiyle, insani ve inançlı değerlerle.

Adem KARAFİLİK